ENGELLİLER VE İSLAM
ENGELLİLER VE İSLAM
[1]
"Engelli" kavramı; zihin, ruh, beden ve uzuvlarda
bulunan bir ârıza ve hastalık sebebiyle hayatını sürdürmede, işlerini
görmede ve topluma uyum sağlamada sıkıntısı bulunan kimseleri ifade eder. Engelliler "özürlü"
kavramı ile de ifade edilmektedir. Özürlüler hakkında hazırlanan kanun
tasarısında "engelli" şöyle tanımlanmaktadır: “Doğuştan veya
sonradan, herhangi bir hastalık veya kaza sonucu, bedensel, zihinsel, ruhsal,
sosyal, duyusal ve duygusal yeteneklerini çeşitli derecelerde kaybetmesi nedeniyle
toplumsal yaşama uyum sağlama ve günlük gereksinimlerini karşılamada güçlükleri
olan bireydir.”[2]
İster
sağlıklı ister engelli olsun her insan, Allah'ın yer yüzünde yarattığı en kıymetli ve en değerli varlıktır.
لقد خلقنا الانسان
في احسن تفويم
“Biz gerçekten insanı en güzel biçimde yarattık”
(Tin, 95/4),
وصوركم فاحسن صوركم
“Allah size şekil verdi ve şeklinizi en güzel
yaptı” (Teğâbün, 64/3) ve
ثم سويه و نفخ فيه
من روحه و جعل لكم السمع و الابصار و الافئدة
“Sonra insanı şekillendirip ona ruhundan
üfledi. Sizin için işitme, görme ve idrâk organları yarattı” (Secde, 32/9) anlamındaki
âyetler, Allah’ın insanları en güzel ve en mükemmel biçimde yarattığını ifade
etmektedir
Yüce
Allah, insanları servetleri, ırkları, renkleri, cinsiyetleri, dilleri,
nesepleri, fizyolojik yapıları, engelli veya sağlıklı oluşları açısından
değerlendirmez. Onları îman, sâlih amel,
güzel ahlâk, ibadet ve itâatleri veya inkâr, şirk, nifâk, isyan ve kötü
davranışları, takva veya zulüm sahibi olup olmamaları açısından değerlendirir.
ان
اكرمكم عند الله اتقيكم
"Allah katında en üstün olanınız en muttakî
olanınızdır" (Hucûrât,
49/12) anlamındaki
âyet ile
ان
الله لا ينظر الى صوركم و اموالكم و لكن
ينظر الى قلوبكم و اعمالكم
"Allah sizin sûretlerinize ve servetlerinize
bakmaz. Fakat kalplerinize (îman veya inkâr halinize) ve amellerinize bakar"[3] anlamındaki
hadis, bu gerçeği ifade etmektedir. Kur'ân ve hadislerde engellilere bu
bağlamda yer verilmektedir.
Kur'ân
Engelliler Hakkında Ne Diyor
Kur'ân’da
görme, işitme, konuşma, ortopedik ve zihinsel engelliler ile hastalıklardan söz
edilmektedir. Konu ile ilgili âyetlerin büyük çoğunluğu mecâzi anlamdadır.
Fiziksel anlamda engellilik ve hastalık ile ilgili âyetlerin sayısı oldukça azdır.
Görme, İşitme Ve Konuşma Engelliliği
Kur’ân’da
dünya ve âhirette fiziksel ve mecazi anlamda körlük, sağırlık ve dilsizlikten
söz edilmektedir.
Fiziksel Anlamda
Fiziksel
anlamda körlük;
gözlerin görme özelliğini kaybetmesi, sağırlık, kulakların sesleri ve konuşulanları duyamaması,
dilsizlik konuşama yetisinin yetirilmesidir.
Kur'ân'da
körlük; sorumluluk, değer verme, benzetme yapma, ruhsat bildirme
ve tedavi bağlamında; sağırlık ve dilsizlik ise
benzetme bağlamında geçmektedir.
a) Fiziksel anlamda körlük:
Sorumluluk bağlamında; ليس على الاعمى حرج “Köre güçlük yoktur” (Nur, 24/61.
Fetih, 48/17) anlamındaki
âyet, görme engellilerin savaşa katılma zorunlululuğunun bulunmadığını ifade
etmektedir.
Benzetme bağlamında; Allah, inkâr edip isyan edenler ile îmân
edip sâlih amel işleyenleri kör ve sağır
ile işiten ve gören insanlara benzetmektedir:
مثل
الفريقين كالاعمى و الاصم و البصير و السميع
هل يستويان مثلا افلا تذكرون
“Bu
iki zümrenin durumu kör ve
sağır ile gören ve işiten kimseler gibidir. Bunların
durumları hiç birbirlerine denk olur mu? Hâlâ düşünmez misiniz?” (Hûd, 11/24).
Bu
âyette, sadece bir durum tespiti ve benzetme yapılmaktadır, yoksa görme ve
işitme engelliler yerilip aşağılanmamaktadır. Böyle bir şeyi Allah hakkında
düşünmek bile mümkün değildir.
Değer verme bağlamında; Allah’a ve Peygambere yönelen görme
özürlü insan, inkâr edip isyan eden zengin ve itibarlı insandan daha
değerlidir. Bu husus, Abese suresinin ilk on iki âyetinde açıkça bildirilmektedir.
Âlemlere rahmet, bütün insanlara peygamber, örnek, uyarıcı ve müjdeci olarak
gönderilen Peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.) Mekke’nin ileri gelenlerini dine
davet ile meşgul olması sebebiyle bir a’ma ile ilgilenmediği için uyarılmıştır:
عبس
و تولى ان جاءه الاعمى و ما يد ريك لعله يزكى او يذكر فتنفعه الذكرى اما من استغنى
فانت له تصدى و ما عليك الا يزكى و اما من جاءك يسعى و هو يخشى فانت عنه تلهى
كلا انها تذكرة فمن شاء ذ كره
“Kendisine o a’mâ geldi diye
Peygamber yüzünü ekşitti ve öteye döndü, yüz çevirdi. (Ey Peygamberim!) Ne
bilirsin belki o a’ma temizlenip arınacak; yahut öğüt alacak da bu öğüt kendisine fayda verecek, kendisini
muhtaç hissetmeyene gelince sen ona yöneliyor, onun sesine kulak veriyorsun,
(istemiyorsa) onun temizlenmesinden sana ne, ama sana Allah’a derin bir saygı
ile korku içinde koşarak geleni bırakıp ondan gaflet ediyorsun; hayır böyle yapma, çünkü bu (Kur'ân
sureleri) bir öğüttür, dileyen ondan öğüt alır.”
Peygamber
efendimiz (a.s.), Mekke’nin zengin ve ileri gelenlerinden Ebu Cehil (Amr ibn
Hişâm), Ümeyye ibn Ebî Halef, Abbâs İbn
Abdülmuttalib ve Utbe ibn Ebî Rebî’a ile özel bir görüşme yapar, bunları
İslam’a davet eder. İslam’ın güçlenmesi açısından bu kimselerin Müslüman
olmalarını çok arzu eder. Peygamberimiz Ümeyye ibn Halef ile konuşurken Fihr
oğullarından Abdullah ibn Ümmi Mektum adında görme özürlü biri gelir ve
Peygamberimizden kendisine Kur’ân’dan bir âyet okumasını ister. ‘Ey Allah’ın
Peygamberi! Allah’ın sana öğrettiklerinden bana öğret’ der. Peygamberimiz
(a.s.), sözünün kesilmesinden hoşlanmaz, yüzünü ekşitir, ondan yüz çevirir ve
diğerlerine döner. Peygamberimiz sözünü bitirip kalkacağı sırada vahiy gelir,
Abese suresinin konu ile ilgili âyetleri iner.
Peygamber
efendimiz (a.s.), bu olaydan sonra Abdullah ibn Ümmi Mektum’a ikram etmiş, onunla
konuşmuş, hatırını ve bir ihtiyacının olup olmadığını sorarak onunla ilgilenmiştir.
Tedavi
Bağlamında; Kur'ân’da iki
âyette Hz. İsa’nın Allah’ın izni ile doğuştan körleri iyileştirdiği ve Yakub
(a.s.)’ın kör olan gözlerinin iyileştiği bildirilmektedir.
و ابرئ الاكمه و
الابرص
“Körü
ve alacayı iyileştiririm” (Al-i İmrân, 3/49).
و تبرئ الاكمه و
الابرص باذني
“Yine
benim iznimle sen doğuştan körü ve alacayı iyileştiriyordun” (Mâide, 5/110).
Üç
âyette Yakup Peygamberin gözlerinin kör olduktan sonra iyileşmesinden söz
edilmektedir. Yakup (a.s.), oğlu Yusuf için döktüğü göz yaşlarından dolayı
gözleri kör olmuş, Yusuf'un gömleğini gözlerine sürmüş ve iyileşmiştir. Bu olay,
Kur'ân'da şöyle anlatılmaktadır:
وقال
يا اسفى على يوسف و ابيضت عيناه من الحزن فهو كظيم
“(Yakup),
'Vah Yusuf'a vah' dedi. Üzüntüden
iki gözüne ak düştü, acısını içinde saklıyordu" (Yusuf, 12/ 84).
اذهبوا
بقميصي هذا فالقوه على وجه ابي يات بصيرا
"(Yusuf
kardeşlerine) bu gömleğimi götürün,
babamın yüzüne koyun ki gözleri açılsın" (Yusuf, 12/93).
فلما
ان جاء البشير القيه على وجهه فارتد بصيرا
"Müjdeci gelip gömleği Yakub'un yüzüne koyunca
gözleri açılıverdi…" (Yusuf,
12/96).
b)
Fiziksel anlamda sağırlık:
مثل
الفريقين كالاعمى و الاصم و البصير و السميع
هل يستويان مثلا افلا تذكرون
“Bu
iki zümrenin durumu kör ve sağır ile gören ve işiten kimseler gibidir. Bunların
durumları hiç birbirlerine denk olur mu?” (Hûd, 11/24).
c) Fiziksel anlamda dilsizlik:
و
ضرب الله مثلا رجلين احدهما ابكم لا يقدر على شيئ و هو كل على موليه اينما يوجهه
لا يات بخير هل يستوي هو ومن يامر با لعدل و هو على صراط مستقيم
“Allah, (şöyle) iki adamı misal verdi:
Onlardan biri dilsizdir, hiçbir şeye gücü yetmez, efendisine sadece bir yüktür.
Nereye göndersen olumlu bir sonuç alamaz. Bu, adalet ile emreden ve doğru yol
üzere olan kimse ile eşit olur mu?” (Nahl, 16/76).
MECÂZÎ
ANLAMDA
Kur'ân'da körlük, sağırlık ve dilsizlik ile ilgili
âyetlerin büyük çoğunluğu mecazi anlamdadır.
Mecâzî anlamda körlük; gözlerin varlıkları görememesi değil,
insanın gerçekleri görememesi yani "kalp körlüğü”dür.
Mecâzî anlamda sağırlık; Allah ve peygamberin çağrısını
duymazlıktan gelmek, ilâhî gerçeklere kulak tıkamaktır. Mecâzî anlamda dilsizlik;
gerçekleri konuşmamak, hak sözü söylememektir.
Yüce
Allah, kalbi, aklı ve zihni, gözleri, kulakları ve dilleri sadece eşyayı değil
aynı zamanda gerçekleri anlasın, görsün, duysun ve konuşsun diye yaratmıştır.
و
الله اخرجكم من بطون امهاتكم لا تعلمون شيئا و جعل لكم السمع و الابصار و الافئدة
لعلكم تشكرون
“Allah sizi annelerinizin karınlarından hiçbir
şey bilmezken çıkardı; şükredesiniz diye size kulaklar, gözler ve kalpler verdi”
(Nahl,
16/78).
Yüce
Allah, A'raf suresinin 179. âyetinde gerçekleri
anlamayan kalp, gerçekleri görmeyen göz ve gerçekleri işitmeyen kulak
sahiplerini sapık ve cehennemlik insanlar olarak nitelemektedir.
Kur’ân’a
baktığımız zaman bu anlamda kafir, müşrik ve münafıklara a’ma denildiğini
görmekteyiz.
قل
هل يستوي الاعمى والبصير
“Hiç gören ile görmeyen bir olur mu?” (En’âm, 5/50 bk.
Ra’d, 13/16).
وما
يستوي الاعمى و البصير
“Kör ile gören bir olmaz” (Fâtır, 35/19-20 . bk. Mümin, 40/58).
صم بكم عمي فهم
لا يرجعون
“Münâfıklar, sağır, kör (ve) dilsizdirler” (Bakara, 2/18).
صم بكم عمي فهم
لايعقلون
“Kâfirler; sağır, dilsiz (ve) kördürler, bundan
dolayı anlamazlar” (Bakara, 171) anlamındaki âyetlerde geçen kör ile
gören
mecazi anlamda olup bununla kastedilen, kâfir ile mümin veya cahil ile âlim
veya Allah ile put veya gâfil ile gerçeği gören insandır.
Gerçeklere
gözlerini ve kulaklarını kapamış olan kâfir, müşrik ve münafıklar, gözlerini,
kulaklarını ve gönlünü Allah’a ve peygambere açmadıkça ilâhî hakîkatleri
anlayıp göremezler. Yüce Allah, Peygamberine şöyle seslenmektedir:
وما انت بهادي
اعمي عن ضلالتهم
“Sen körleri sapıklıklarından vazgeçirip yola
getiremezsin” (Neml, 27/81. Rum, 30/53).
و
من كان في هذه اعمى فهو في الاخرة اعمى و اضل سبيلا
“Kim bu dünyada
kör olursa o âhirette de kördür, yolunu daha da şaşırmıştır” (İsrâ, 17/72) anlamındaki
âyette geçen (a’mâ) kelimesi mecâzî anlamda olup kalp gözü kör olan, dünyada
Allah’ın gücünü, nimetlerini, varlığına işaret eden delileri ve doğru yolu
göremeyen, Allah’a ve Peygamberine îmân etmeyen kimse anlamındadır.[4]
Görüldüğü
gibi âyetlerde münafıklar ve âyetleri yalanlayan kâfirler, yerilme bağlamında
körler ve sağırlar olarak nitelenmektedir. Hatta Allah bu tür insanların,
canlıların en kötüleri olduğunu bildirmektedir:
ان
شر الدواب عند الله الصم البكم الذين لا يعقلون
“Şüphesiz
yer yüzünde yürüyen canlıların Allah
katında en kötüleri akıllarını kullanmayan sağırlar, dilsizlerdir.” (Enfâl, 8/22).
Kâfirler
ilâhî gerçekleri duymazlar, çünküو الذين لا يؤمنون
في اذانهم “inanmayanların kulaklarında
bir ağırlık vardır” (Fussilet,41/ 44) Artık bu
kimselerin kulaklarına hak söz girmez, Peygamber de onlara gerçeği duyuramaz,
çünkü bunlar, akıllarını da kullanmazlar:
افانت
تسمع الصم و لو كانوا لا يعقلون
“Sağırlara hele akıllarını da
kullanmıyorlarsa gerçeği sen mi duyuracaksın?” (Yunus, 10/42, Zuhruf, 43/40).
Âhirette Sağırlık, Körlük Ve Dilsizlik
Kur'ân’da
âhirette körlük, sağırlık ve dilsizlikten söz edilmektedir.
و
من كان في هذه اعمى فهو في الاخرة اعمى و اضل سبيلا
“Kim bu dünyada
kör olursa o âhirette de kördür” (İsrâ, 17/72).
و
نحشرهم يوم القيامة على وجوههم عميا و بكما و صما و ماويهم حهنم
“Onları kıyamet
günü, körler, dilsizler ve sağırlar olarak yüz üstü haşredeceğiz, varacakları
yer cehennemdir” (İsrâ,
17/97).
Yasin
suresinin 65. âyetinde kıyamet günü Allah’ın kâfirlerin ağızlarını mühürleyeceği,
ellerinin konuşup ayaklarının şahitlik edeceği bildirilmektedir.
İbn
Abbâs, âhiret körlüğünü, kâfirlerin kendilerini sevindirecek şeyleri
görememeleri; dilsizliği, delil ile konuşamamaları; sağırlığı, kendilerini
sevindirecek şeyleri duyamamaları şeklinde yorumlamıştır.[5]
Ortopedik Ve Zihinsel Engellilik
Ortopedik engellilik:ليس على الاعرج خرح “Topala
güçlük yoktur”
(Nur, 24/ 61. Fetih, 48/17). Âyet, yürüme engeli olan insanlara Allah yolunda
cihada ve savaşa katılma
zorunluluklarının olmadığını bildirmektedir.
Zihinsel engellilik: Kur’ân’da zihinsel engellilik hakîkî ve
mecâzî anlamda “mecnûn” (deli) ve “sefîh” kelimeleri ile ifade
edilmektedir.
Fiziksel Anlamda
Kur’ân’da
hakîkî anlamda zihinsel engellik iftira ve koruma bağlamında geçmektedir.
İftira
bağlamında.
Mekkeli müşriklerin Peygamber efendimize, Firavun’un Mûsâ (a.s.)’a, Nuh kavminin
Nuh (a.s.)’a ve diğer kavimlerin peygamberlerine “deli” diyerek iftira
etmeleri bağlamında geçmektedir.
Mekke
müşrikleri peygamberimize,[6] Firavun
Musa (a.s)'a,[7]
Nuh kavmi, Nuh (a.s.)'a,[8] Hud kavmi
Hud (a.s)'a[9] ve diğer
kavimler peygamberlerine deli diye iftira etmişlerdir:
كذالك ما اتى الذين
من قبلهم من رسول الا قالوا ساحر او مجنون
“İşte böyle, onlardan öncekilere hiçbir
peygamber gelmemişti ki, ‘o, bir büyücüdür’ veya ‘o, bir delidir’ demiş
olmasınlar” (Zâriyât,
51/52)
anlamındaki âyet bu hususu açıkça ifade etmektedir.
Kur’ân’da
zihinsel özürlülüğün ifade edildiği “sefîh” kavramI; dînî ve dünyevî
işlerde akıl noksanlığından kaynaklanan görüş ve muhakeme zayıflığı demektir.[10] Sefîh
kimse zihinsel özürlülük nedeniyle aklın ve dinin gereğinin aksine hareket
eder. Bunun sebebi budalalık veya akıl noksanlığıdır.
Koruma
bağlamında.
Zihinsel özürlü kimse, özellikle ticârî ve medenî iş ve işlemlerde yararına
hareket edemeyeceği için, Kur’ân’da velisinin
onu koruyup kollaması emredilmektedir. Konu ile ilgili iki âyet vardır. Bakara,
282. âyetinde belli bir süreye kadar borçlananların, borçlanmayı yazmalarıyla
ilgili olarak
فان كان الذي عليه
الحق سفيها او ضعيفا او لا يستطيع ان يمل هو فليملل وليه بالعدل
"Eğer
borçlu aklı ermeyen veya zayıf bir kimse ise yada yazdıramıyorsa velisi
adaletle yazdırsın…” buyurulmaktadır. Nisa suresinin 5. âyetinde ise velilere
aklı ermeyenlere (süfehâ) mallarını vermemeleri emredilmektedir. Bu âyette
“aklı ermeyenler” ile maksat mallarını saçıp savuran, gereği gibi harcayamayan
kimselerdir.[11]
Ayet, malını akıllıca kullanamayan zihinsel özürlüleri yerme bağlamında değil,
akıllarının yetersizliği, yararlı ve zararlı olanı ayırt edebilme yetersizliği,
malını muhafazada zayıflığı sebebiyle onları koruyup kollama bağlamında zikredilmiştir.[12]
Mecâzî Anlamda
Mecâzî
anlamda zihinsel özürlülük, aklın ilâhî gerçekleri anlamada
kullanmamasıdır
Kur’ân’da;
kâfir, müşrik ve münafıklar,[13] buzağıya tapan
Yahudiler[14] Allah'a ortak
koşan
cinler,[15] çocuklarını
öldüren insanlar[16] zihinsel
özürlüler, akıllarını hayırda kullanmayanlar (süfehâ’) olarak nitelenmiştir. Bu
kimseler, “gerçekleri anlamayan insanlar” olarak nitelenmişlerdir. Araf
suresinin 179. âyetinde bu hususu açıkça ifade edilmektedir.
Hastalar
Kur'ân’da
bedensel ve zihinsel hastalıklar; dînî ruhsat bildirme, tedavi olma, Allah’a
dua etme, Allah’ın hastalıklara şifa vermesi ve insanın nankörlüğünü beyan etme
bağlamında geçmektedir.
Dînî
ruhsat bildirme bağlamında.
و
لا على المريض حرج “Hastaya
güçlük yoktur”
(Nur, 24/61. Fetih, 48/17). Bu âyette ve Nisa suresinin 95. âyetinde bedensel ve
zihinsel her türlü hastalık sahibi olanların savaşa katılmayabilecekleri
bildirilmektedir. Savaşa katılma konusunda ruhsat bulunduğu gibi diğer dîni
görevler konusunda da hasta ve özürlü kimselere ruhsat vardır.
Dinimiz
kişileri ancak güçlerinin yettiği şeylerden sorumlu tutar.[17] Dolayısıyla özürlü, engelli ve
hasta olanlar ibadetleri güçleri nispetinde yerine getiririler. Mesela namazı
ayakta kılmaya gücü yetmeyen bir yere yaslanarak, buna da gücü yetmeyen oturarak,
buna da gücü yetmeyen sırt üstü ve yanı üzerine yatarak ima ile kılar. Hasta
kimseler hastalığı süresince oruç tutmaz, iyileşince kaza yapar. Tedavisi
olmayan bir hastalığa yakalanmış ise imkanı varsa fidye verir.[18] Abdest uzuvlarından birinde yara
ve sargı bulunan kimse yarayı yıkamak zarar veriyorsa sadece meshetmekle yetinir.
Görme özürlü, kendisini Cuma namazına götürecek kimse yoksa Cuma namazı yerine
evinde öğle namazını kılar. Aklî melekesini yitiren kimse dîni görevlerden
sorumlu değildir.[19] Bedensel engeli bulunan veya
sağlığı yerinde olmayan kimse hac görevini yerine getirmekle yükümlü değildir.
Çünkü hac, ancak gücü yetenlere, imkanı olanlara farzdır.[20] Hasta ve bedensel engeli olanlar,
ekonomik imkanları varsa yerlerine vekil gönderebilirler.
Sabırlı
olma bağlamında
Bakara
suresinin 177. âyetinde muttakî ve sâdık insanların nitelikleri arasında felç,
bunama, kanser ve benzeri bedensel ve zihinsel
hastalıklara, zarar ve sıkıntılara[21] karşı
sabırlı olanlar da zikredilmektedir.
Allah,
musibetler karşısında insanların sabırlı olmalarını istemektedir. Biraz korku
ve açlıkla; mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz noksanlaştırmak suretiyle
imtihan edeceğini bildirdiği âyetin sonunda
و بشر الصابرين الذين اذا اصابتهم مصيبة قالوا
انا لله و انا اليه راجعون
“Sabredenleri
müjdele. Onlar, başlarına bir musibet gelince
‘biz şüphesiz (ki her şeyimizle) Allah’a aidiz ve şüphesiz O’na
döneceğiz derler” (Bakara, 2/155-156)
buyurmaktadır.
Böylece Allah, hem insanların musibet ile karşılaşabileceklerini, hem de musibetler
karşısında insanların nasıl tavır takınmaları gerektiğini bildirmektedir.
Enes b. Mâlik’in Hz.
Peygamber’den naklettiği kutsi bir hadise göre Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
اذا
اخذت كريمتي عبدي في الدنيا لم يكن له جزاء عندي الا الجنة
“Ben kulumu –iki gözünü kastederek- iki sevgilisiyle imtihan ettiğimde o
buna sabrederse, iki göze bedel olarak ona cenneti veririm”[22]
من اذهبت حبيبتيه فصبر و احتسب لم ارض له ثوابا دون
الجنة
“Kimin
iki sevgilisi (gözünü) alır da, buna sabreder ve ecrini Allah’tan umarsa, sevap
olarak cennetten başka bir şeye razı olmam”.[23]
İnsanın hastalık, sakatlık,
bedensel veya ruhsal bir sıkıntıya düşmesi sabırlı ve metanetli olabilmesi,
inkâr ve isyana dalmaması şartıyla kendisi için bir bağışlanmasına ve âhirette
derece kazanmasına sebep olur.
ما
يصيب المسلم من نصب و لا وصب و لا هم و لا حزن و لا اذى حتى اشوكة يشاكها الا كفر الله بها من خطاياه
"Mümin kişiye bir ağrı,
bir yorgunluk, bir hastalık, bir üzüntü hatta küçük bir tasa hali isabet edecek
olsa, bunlar müminin bir bölüm günahlarına kefâret olur”[24]
ان
العبد اذا سبقت له من الله
منزلة لم يبلغها بعمله ابتلاه الله في جسده او في ماله او في ولده ثم صبره على
ذالك حتى يبلغه المزلة التي سبقت له من الله
“Kul,
Allah’ın kendisi için takdir ettiği dereceye ameli ile ulaşamazsa, Allah onun
canına, malına veya çocuğuna bir musibet verir, sonra ona sabretme gücü ihsan
eder ve böylece onu Allah’ın kendisi için takdir ettiği mertebeye ulaştırır”[25] anlamındaki hadisler bu gerçeği
ifade etmektedir.
Sabır,
Allah’a isyan etmemek, bir imtihan geçirdiğinin bilincinde olmak, hata ve
kusurlarını gözden geçirebilmek, olayları metanetle karşılayabilmektir.
Sabretmek;
hastalanınca tedavi olmamak, bir musibete maruz kalınca tedbir almamak, maddî ve manevî sıkıntılardan kurtulmak için
çarelere baş vurmamak anlamında değildir.
Tedâvî
bağlamında.
و ابره الاكمه و
الابرص
“Körü
ve alacayı iyileştiririm” (Al-i İmrân, 3/49)
İslâm
dininin korunmasını istediği beş şeyden birisi de sağlıklı yaşamadır.
و
لا تقتلوا انفسكم
“..Kendinizi öldürmeyiniz” (Nisa, 4/29),
و
لا تلقوا بايديكم الى التهلكة
“Kendi
ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın” (Bakara, 2/195)
anlamındaki âyetler;
تداووا فان الله عز و
جل لم يضع داء الا وضع له دواء
"Ey
Allah'ın kulları tedavi olunuz. Zira yüce Allah hiçbir hastalık yaratmamıştır
ki, şifasını da birlikte yaratmış olmasın”[26]
anlamındaki hadis sağlığın korunması ve tedavi olunmasını öngörmektedir.
Eyyub
peygamberin bedenine, malına ve ev
halkına bela isabet etmiş ve 18 yıl sıkıntılı günler geçirmiştir.[27] Eyyub
(a.s), hastalığının ve sıkıntısının iyileşmesi için Allah'a dua etmiş, (Enbiya, 83-84; Sad, 41-42) Allah'ın emri
üzerine ayağını yere vurmuş çıkan sudan içip yıkanmış iç ve dış bütün
hastalıkları iyileşmiş ve sıkıntıları gitmiştir. Yüce Allah Yakup peygamberi
örnek vererek bedensel ve zihinsel her türlü hastalıktan kurtulmak için tedavi
yollarına başvurulması gerektiğini, şifayı verenin Allah olduğunu bilmemizi
istemektedir.[28]
Eyyup
peygamber gibi diğer Peygamberler de musibetlere maruz kalmışlardır.[29] Mesela Peygamberimiz Hz.
Muhammed (a.s.), Taif’te taşlanmış, ayakları kan revan içerisinde kalmış, Uhud
savaşında dişi kırılmış, yüzü yaralanmıştır. Hz. Âişe, Peygamberimizden daha
şiddetli acı çeken birisini görmediğini söylemiştir.[30]
Müminlerin başlarına gelen musibetlere sabretmeleri durumunda, bu tavırları
onların sevap kazanmalarına, günahlarının bağışlanmasına ve manevi
derecelerinin artmasına sebep olur.
Engellilerle Sosyal İlişkiler
Islam, sosyal ilişkilere büyük önem
vermektedir. Bu konuda sağlıklı ve engelli diye bir ayırım yapmaz. Ancak
yardıma, ilgiye ve bakıma muhtaç insanlarla daha çok ilgilenmeyi teşvik eder. Peygamberimiz görme engellilere karşı kötü davrananları,
mesela, onların yoluna engel olanları kınamıştır.[31]
Hz. Hatîce validemiz, Peygamberimizi
“güçsüzü yüklenen” (tahmîlü’l-kelle) kimse olarak tanıtmıştır. “el-kell”,
kendi işini kendisi yapamayan, zayıf ve güçsüz olması hasebiyle insanlara
muhtaç olan âciz kimse diye tarif edilmektedir. Bu kavram, her türlü engelliliği
içine alır. Bu; Hz. Peygamber’in daha peygamberlik öncesinde zayıf, güçsüz ve
âcizlere arka çıktığı, onların sıkıntılarını ve ihtiyaçlarını giderme çabası
içinde olduğunun beyanıdır.
Dinimiz, engellilerle ilgilenmeyi
ve onlara yardımı teşvik etmekte ve bunu sevap bir davranış olarak görmektedir.
Görme engelli bir kimseye yol göstermek, sağır ve dilsiz ile ilgilenmek[32] ve aracına
binmeye çalışan bir engelliye yardımcı olmak sadakadır.[33]
Peygamberimiz
sahabeden Ebû'd-Derdâ'ya,
حبك
الشيئ يعمي و يصم
“Bir şeyi (aşırı) sevmen, seni
kör ve sağır eder!”[34]
Demesi gibi mecazi anlamda “kör,
sağır ve dilsiz” kelimelerini kullanmış ancak hiçbir engelliyi bu kelimelerle
nitelememiştir. Aksine insanların fiziksel nitelikleriyle aşağılanmasına karşı
çıkmıştır. Annesini dile dolayarak bir köleye ayıplayan Ebû Zerr’e,
يا
ابا ذر اعيرته بامه انك امرؤ فيك جاهلية
“Sende hâlâ câhiliyye (tavrı)
var!” diyerek azarlamıştır.[35]
Bu rivayetler, Peygamberimizin bırakın
herhangi bir engellinin engeliyle tahkir edilmesini veya sakatlığıyla hitap
edilmesini, engelsiz kimselerin dahi boyu veya rengi sebebiyle ayıplanmasına
sessiz kalmadığını, aksine bu tür tavırlara sert bir şekilde karşı çıktığını
ortaya koymaktadır.
Peygamberimiz engelli insanlara,
onları onura edecek kelimelerle nitelemiş, onlara iltifat etmiştir. Görme
özürlü bir sahâbîden söz ederken, ona “basîr” (basîretli, iyi gören) demiştir.[36]
Peygamberimiz bir gün ashabına “her
gün” için sadaka verilmesi gereğinden söz eder. Sahabe, her gün için sadaka
verecek imkanlarının olmadığını söyler. Bunun üzerine Peygamberimiz, sadakanın
birçok çeşidinin olduğunu bildirir ve;
تهدي الاعمى و تسمع
الاصم و الابكم حتى يفقه و تدل المستدل على حاجة
له قد علمت مكانها و تسعى بشدة ساقيك الى اللهفان المستغيث و ترفع بشدة زراعيك مع
الضعيف كان ذالك من ابواب الصدقة منك على نفسك
“Görme özürlüye rehberlik
etmen, sağır ve dilsize anlayacakları bir şekilde anlatman, bir ihtiyacı
konusunda senden yol göstermeni isteyen kimseye yol göstermen, yardım isteyen
kimsenin yardımına koşuşturman, koluna girip güçsüze yardım etmen, bütün bunlar
senin kendine yapacağın sadaka
çeşitlerindendir...” buyurur.[37]
Engellilere yapılacak bu tür
yardımların sadaka olduğunu, diğer bir ifade ile Allah’a olan sadâkatin bir
ifadesi olduğunu belirten Peygamberimiz, herhangi bir görme özürlüyü yoldan saptıranları,
onu kasten yanlış yola yönlendirme sadakatsizliğini gösterenleri de lanetliler
arasında saymıştır.[38]
Peygamberimiz,
من ترك
مالا فللورثته و من ترك كلا فالينا
“Kim ölür de mal bırakırsa, malı veresesinindir. Kim bakıma muhtaç
kimseler bırakırsa (kellen) onun
sorumluluğu bana aittir”[39]
sözüyle Devletin, hasta, zayıf, engelli,
yetim ve benzeri bakıma muhtaç kimseleri koruyup gözetmesi gerektiğine işaret
etmiştir.
Engellilere
İş İmkanı Sağlanması
Peygamberimiz engellilere
yeteneklerine göre kamu alanında görev vermiş, onları topluma kazandırmaya
çalışmıştır. Engellileri başkalarına el açan bir dilenci ve toplumun üretken
olmayan bir kesimi olarak görmemiştir. Aksine çeşitli hizmetlerde kendilerinden
yararlanma cihetine gitmiştir. Örneğin, ortopedik özürlü (topal) Muâz b.
Cebel’i Yemen’e vali olarak göndermiş, çeşitli vesilelerle Medine dışına
çıktığında yerine vekalet etmek üzere 13 defa görme özürlü Abdullah İbn Ummi
Mektum’u vekil bırakmıştır. İbn Ümmi Mektum, cemaate namaz kıldırmış, Mekke ve
Medine’de uzun yıllar müezzinlik yapmıştır. [40]
Sahabeden görme özürlü İtbân b. Mâlik kendi kabilesine imamlık yapmıştır.
Peygamberimiz bu uygulamalarıyla,
engellilerin yeteneklerine uygun alanlarda istihdam edilerek onların üretici
bireyler olmalarını, onları topluma kazandırma kişiliklerinin geliştirmelerini
amaçladığını ve gelecek nesillere yol göstericilik yaptığını söyleyebiliriz.
Sonuç
Ve Değerlendirme
İnsan, Allah'ın yer yüzünde yarattığı
en değerli ve en üstün varlıktır. Yaratılış ve temel haklar açısından insanlar arasında
fark yoktur.Allah, insanları fizik yapıları, engelli veya engelsiz oluşlarına göre
değil iman, ahlak, takva veya inkar, isyan ve zulüm açısından değerlendirir.
Allah katında en üstün insan en muttakî insandır.
Kur’ân’da az sayıda
fiziksel anlamda, çoğunlukla mecâzî anlamda görme, işitme, konuşma, ortopedik
ve zihinsel engellilik ile genel anlamda hastalıklardan söz edilmektedir. Fiziksel
anlamdaki engellilik, ya benzetme veya dîni görevlerde ruhsat bildirme veya
tedâvi etme veya değer verme bağlamında zikredilmektedir.
Mecâzî anlamda
engellilik; îman etmeyen insanların ilâhî gerçekleri anlamamaları, görmemeleri,
duymamaları ve konuşamamaları bağlamında geçmektedir. Ahiret hayatında görme,
duyma ve konuşma engelli olmak ise; hakîkî ve mecâzi anlamda, kâfirler için
gerçekten kör, sağır ve dilsiz olmaları veya kendilerini sevindirecek şeyleri
görememeleri, duyamamaları ve delil ile konuşamamalarıdır.
Özürlü, engelli
ve hasta olan insanlar, ibadetlerini ancak güçleri nispetinde yaparlar. Bu
kimselere dînî her türlü kolaylık sağlanmıştır. Aklî melekesini yitirenler ise
ibadetle sorumlu değillerdir.
İnsanın fizîkî
ve ruhî varlığını sağlıklı olarak, sürdürmesi
temel görevidir. Bu görevin ihmali, insanda bir takım özürlerin meydana
gelmesine sebep olabilmektedir. Öte yandan insan, ölümü ve hayatı ile imtihan
halindedir. Bazen nimetlerle bazen de musibetlerle imtihan olur. Dolayısıyla
başına gelen her sıkıntının müsebbibi bizzat kendisi olmayabilir. İlâhî
imtihanın yanı sıra, anne-baba ve toplumun da ihmal ve kusurları olabilir.
İster ilâhî bir imtihan
sonucu, isterse kendisi ve diğer insanların kusuru sebebiyle olsun bir musibetle
karşılaşsın insanın her şeyden önce metanet ve sabır gösterebilmesi gerekir.
Bu, sıkıntılarından kurtulmak için maddî ve manevî çarelere başvurmasına ve
tedavi olması engel değildir. Aksine tedavi olmak, dertlere çare aramak Allah
ve Peygamberin emridir. Mümin öncelikle bütün çarelere başvurur ancak “musibet
ancak Allah’ın izni ve takdiri ile olmuştur, O, izin vermeseydi olmazdı, bunda
da bir hayır vardır diyerek” rahat olma bilincini kazanabilmesi insanın Allah’a
olan imanının sonucudur.
[2] Madde 3/a.
[4]et-Taberî,
Abdullah ibn Cerîr, Câmiu’l-Beyân An Te’vîli Âyi’l-Kur’ân, IX, 10/128.
Beyrut, 1988. el-Kurtubî, Muhammed b.
Ahmed, el-Câmi Li Ahkâmi’l-Kur’ân,
X, 298. Dâru İhyâü’t-Türâsî’l-Arabiyyi, Beyrut, tarihsiz. el-Beydâvî, Abdullah bin Ömer, Envâru't-Tenzîl ve Esrârü't-Te'vîl,
(Mecmûatün minet-Tefâsîr), IV, 56. Beyrut, tarihsiz. Yazır, Hamdi, Hak Dîni
Kur’an Dili, V, 3192. Eser neşriyat, İst. 1971.
[5] Taberî, IX,
15/168.
[10] Yazır, I, 234.
[11] en-Nesefî,
Ebû’l-Berekât, Medâriku’t-Tenzîl ve Hakâiku’t-Te’vîl, (Mecmûatün
Mine’t-Tefâsîr) II, 10. Beyrut, tarihsiz.
[12] el-Hâzin, Ali b.
Muhammed, Lübâbü’t-Te’vîl fî
Meânî’t-Tenzîl, (Mecmûatün Mine’t-Tefâsîr), II, 10. Beyrut, tarihsiz.
[19] Buhârî, Talâk, 11, VI, 168; Hudûd, 22,VII, 21; Ebû
Dâvûd, Hudûd, 16, IV, 559; Tirmizî, Hudûd, 1, IV, 32; Nesâî, Talâk, 21, VI, 156;
İbn Mâce, Talâk, 15. I, 658.
[21] Beydâvî, I, 249.
Hazin, I, 249. Nesefî. I, 249.
[22] Buharî Merdâ 7,
VII. 4. Tirmizî, Zühd 57. IV. 602-603.
[25] Ahmed, V, 272.
Ebu Davud, Cenâiz, 1. III, 470.
[26] Ebû Dâvud, Tıb, 1. IV, 193. Tirmizî, Tıb, 2, IV, 383; İbn Mâce, Tıb, 1, II, 1137; Ahmed, l, IV, 278.
[27]Sâbûnî Muhammed
Ali, Safvetü't-Tefâsîr, III, 60. Dâru'l-Kur'ani'l-Kerîm, Beyrut, 1981.
[28] bk.
En’âm, 14. bk. Yunus, 107. Zümer, 38. bk. Bakara, 214; İsrâ, 67; Yasin, 23
Ahzâb, 17; bk. Ra’d, 11. Neml, 62.
[29] Tirmizi, Zühd,
56. IV, 601. İbn Mace, Fiten, 23, II, 1335.
[30] Buhârî, Merdâ, 2, VII, 2; Tirmizî, Zühd, 57, IV, 601.
[31] Ahmed, I, 217, 309.
[32] Ahmed, V, 169.
[33] Ahmed,, II, 350.
[34] Ahmed, V. 194,
VI. 450.
[35] Buhârî, İman 22,
I. 13; Edeb 44, VII. 85; Ahmed, V. 161;
İbn Hacer, söz konusu kölenin Bilal-i Habeşî olduğunu ve annesinin Arapça’yı
iyi konuşamaması veya siyâhî oluşu sebebiyle ona ‘kara karının oğlu!’ diyerek
ayıpladığını açıklar. bk. İbn Hacer, el-Askalânî,
Fethu’l-Bârî bi Şerhi Sahîhi’l-Buhârî, V. 313. tah. Muhibbuddin el-Hatib, el-Mektebetu’s-Selefiyye,
Kahire-1407.
[37] Ahmed, V.
168-169, 154.
[38] Ahmed, I. 217,
309, 317.
[39] Buharî, Ferâiz, 25, VIII. 11. Muslim, Ferâiz 17, II.
1238. Ahmed II. 356, 456; IV. 131-133.
[40] Nesâî, es-Sunen'ül-Kübra, V. 181. 8605. Thk. Aulgaffâr
Suleyman el-Bendârî, Seyyid Kusrevî Hasen.Dâru’l-Kutubi’l-Ilmiyye.Beyrut-1991,
V. 181, No: 8605. Ahmed, III. 192
Yorumlar
Yorum Gönder