İSLAM DİNİNİN ENGELLİLERE SAĞLADIĞI KOLAYLIKLAR

İSLAM DİNİNİN ENGELLİLERE SAĞLADIĞI KOLAYLIKLAR




İSLAM DİNİNİN ENGELLİLERE SAĞLADIĞI KOLAYLIKLAR
İnsan, varlıklar arasında şerefli bir konuma sahiptir. Yüce Allah insanı yeryüzünün halifesi kılmış ve yarattığı herşeyi insanın istifadesine sunmuştur.(1) İster sağlıklı, isterse müptelâ olduğu bir rahatsızlık sebebiyle engelli konumunda bulunsun, İslâmî anlayışa göre bütün insanlar mükerremdir, saygı ve hürmete lâyıktır. İslâm'a göre insanın zenginlik veya fakirliği, memur ya da âmir olması, şu veya bu renkte olması, ya da belli bir dili konuşması Allah katında üstünlük ölçüsü olarak kabul edilmediği gibi, engelli olup olmaması da bir üstünlük sebebi değildir. İslâm nazarında, tarağın dişleri gibi birbirine eşit olan insanlar arasındaki yegane üstünlük ölçüsü, Allah'ın emir ve yasaklarına yürekten bağlılık (takvâ) dır. Bu bağlamda, engelli kimseler ile diğerleri arasında haklara sahip olma açısından da bir ayrım söz konusu değildir. İslâm hukukunda hak ehliyetinin esası "hayat"tır.(2) Engelli kimseler, ister akıl hastalığı gibi zihinsel engelli, isterse görememek, işitememek veya yürüyememek gibi bedensel engelli olsun haklara sahip olma konusunda sağlıklı insanlarla aynı konuma sahiptirler.
Zira, gerek akıl hastalığı, gerekse bedensel engeller, vücup (hak) ehliyetini ortadan kaldırmazlar.(3) İslâm hukukunun genel teorisine göre- aklî ve bedenî gelişimi ne durumda olursa olsun- renk, cins ve ırk ayrımı gözetilmeksizin yaşayan her insan, insan olma vasfı sebebiyle Allah'ın veya hukuk düzeninin tanıdığı haklardan faydalanma (vücûb) ehliyetine sahip olduğu gibi, aklî ve bedenî gelişimine bağlı olarak bu hakları bizzat kullanma (edâ) ehliyetine, hukukî işlemleri bizzat yapma yetkisine de sahip olur. İyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ayırt edemeyen akıl hastalarına hakları kullanma ehliyetinin tanınmayışı ve onların ancak kanunî temsilcileri aracılığıyla bu hakları kullanabilmeleri, öncelikli olarak bu şahısların haklarını korumayı amaçlar.(4) Aynı şekilde mümeyyiz küçüğün, malını ölçüsüzce harcayan kimsenin (sefih), ölüm yatağındaki hastanın, iflas etmiş borçlunun vb. kimselerin hukukî tasarrufta bulunma ehliyetlerinin belirli ölçüde kısıtlanması, bazen bu şahısların, bazen de başkalarının haklarını korumak için gerekli olabilir. Ancak bu ikinci grupta yer alan kısıtlama, genel kurala getirilmiş bir istisna mahiyetinde olduğundan ârızî bir tedbir konumundadır. "Allah her şahsı ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef kılar.."(5), "...O size dinde bir zorluk kılmadı",(6) "Allah size kolaylık diler, zorluk dilemez"(7) gibi ayetlerle kolaylığı genel bir ilke olarak kabul eden İslâmiyet, engelli kimselere de güçlerinin yetmeyeceği şeyleri yüklememiştir.
Burada, engelliler konusunda İslâm'ın, temel ibadetler ve hukuki işlemlere ilişkin getirdiği bazı hükümlere değinmek istiyoruz.
Namaz: Namazın farz olmasının şartlarından biri de aklî melekenin sıhhatidir. Bu sebeple akıl hastalarına namaz kılmak farz değildir.(18) Hanefî mezhebi imamlarından Ebu Hanife ve Ebu Yusuf'a göre, akıl hastalığının süresi yirmi dört saati geçmesi halinde, o süre içindeki namazları kaza etmek gerekmez. Muhammed b. Hasen'e göre ise altı vakit geçip yedinci vakit girdiğinde kazâ yükümlülüğü düşer.(19) Hanefîler dışındaki üç mezhebe göre ise, akıl hastalığı bir namazın vaktini tamamen kaplarsa, daha sonra bu namazın kaza edilmesi gerekmez. Camiye yürüyerek gidemeyecek derecede hasta olan kimseler, kendilerini götürecek birisi olsa dahi Cuma namazını kılmakla yükümlü değillerdir. Camiye kendi başlarına gidemeyen görme engelliler, her ne kadar İmameyne göre bir bedel mukabilinde de olsa, kendilerini götürecek birilerinin bulunması halinde Cuma namazına gitmekle mükellef olmakla beraber; ister ücret karşılığında, isterse ücretsiz olsun Ebu Hanife'ye göre Cuma namazını kılmakla mükellef değildirler.(20) Yine, farz namazları ayakta kılmaya güç yetiremeyen kimselerle, ayakta kıldıkları takdirde başka bir rahatsızlığı oluşan veya hastalığının artması, ya da iyileşmesinin gecikmesi söz konusu olan kimseler, namazlarını oturarak kılarlar. Rükû ve secde yapmaya güç yetiremeyen kimse ise namazını îmâ ile kılar.(21)
Oruç: Akıl hastalığı sürekli olan kimseler oruç tutmakla da mükellef değildirler. Zira orucun farz olabilmesinin şartlarından biri de akıldır. Hanefî mezhebinde, akıl hastalığının Ramazan ayını tamamen kapsaması halinde, o yıla ait orucun kaza edilmesi de gerekmez. Ancak, bu durumdaki kimselerin Ramazan ayı içerisinde ister gece isterse gündüz vakti olsun, kısa bir süre de olsa iyileşmesi durumunda mezhebin en güvenilir (Zâhiru'r-rivâye) eserlerindeki görüşe göre- o Ramazana ait oruçları kaza etmesi gerektiğine hükmedilmiştir.(22) Bununla birlikte, Hanefîlerden Züfer'e, Şâfiî mezhebinde sahih kabul edilen görüşe ve Hanbelî mezhebine göre Ramazan ayının bir bölümünde iyileşen kimseye geçmiş günler için kaza gerekmez.(23) Başka bir ifadeyle, akıl hastalığı bir günü tamamen kapsarsa kaza yükümlülüğü düşer. Malikî mezhebinde yaygın olan görüş de budur.
Hac: Hac ibadeti için de aklî melekenin yerinde olması şart olduğundan, akıl hastaları hac ibadetiyle de


mükellef değillerdir. Ancak fakihlerin çoğunluğu, akıl hastası adına velîsinin haccetmesinin ( ihcâc) geçerli olduğu sonucuna varmışlardır. Hac için gerekli ihtiyaçları temin eden ve hacca gidip gelmeye güç yetiren görme engellilerin, kendilerini hacca götürecek birisini bulamadıkları takdirde bizzat haccetmeleri gerekli değildir. (24) Hanefî mezhebinde haccın bizzat yapılması (edâ) için hacca gidip gelmeye engel olacak bir rahatsızlığın bulunmaması şart olduğundan, felçli, kötürüm ve hac ibadetini yerine getirmeye engel olacak derecede yaşlı kimselerin haccetme sorumlululuğu bulunmamaktadır.(25)
Zekât: Akıl hastalarının zekâtla mükellef olup olmamaları konusunda İslâm alimleri farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bunlardan bir kısmı (Hanefîler), zekâtın ibadet yönünü esas alarak akıl hastalarının zekât vermekle yükümlü olmadıklarını söylemişlerdir. Zekâtın yardımlaşma yönünün ağır bastığını ileri süren ve çoğunluğu teşkil eden İslâm hukukçuları ise (Şâfiî, Malikî ve Hanbelîler), çocuk ve akıl hastasının da gerekli şartları taşıması halinde, velilerinin bunlar adına zekât vermeleri gerektiğini ifade etmişlerdir.(26) Hukukî İşlemler Tek taraflı hukukî işlemlerde işlemi yapanın, çok taraflı hukukî işlemlerde taraflardan her birinin edâ (fiil) ehliyetini haiz olması İslâm fıkıh bilginlerinin çoğunluğuna göre kuruluş şartı sayıldığından, bu sırada söz konusu kişi veya kişiler akıl hastası ise işlem batıl (geçersiz) dir. Ayrıca sözleşmelerde tarafların iradesinin uyumu şart olduğundan karşı taraf daha kabul beyanında bulunmadan önce icabı yönelten tarafın akıl hastalığına yakalanması halinde icab hükümsüz kalır ve bu icab doğrultusunda kabul beyanında bulunmakla sözleşme kurulmuş olmaz.(27) Bununla birlikte, sözleşmenin mal varlığında sadece artış meydana getiren türden olması veya kanunî temsilcinin izin ya da icazet vermiş olması, yahut iyileştikten sonra akıl hastası tarafından icazet verilmiş olması, akıl hastalarınca yapılan sözleşmelerin geçersizliği sonucunu değiştirmez.(28) Hanefi ve Şafiîlere göre, söz söylemeye güç yetiremeyen kimselerin, işaretle yaptıkları irade beyanları geçerlidir.(29)

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

SEDEF HASTALIĞI ÜZERİNE BİR SÖYLEŞİ